Yaz sıcakları bunaltmaya başlamasıyla evde kim durur havası çalmaya başlıyor tabi ki beynimde ama daha da etkisel durum psikolojik olarak evde duramamak. Gayet profesyonel sıkılıyorum efendim. Özel bir çaba sarf etmem gerekmiyor sıkılmam için, her şey gayet doğal gelişmekte.
Pazar gecesi aklıma geliyor, Suuçtu Şelalesi, Salı giderim diyorum, plan hazır. Pazartesi günü Oğuzhan ile görüşüyorum, gitme diyor beraber gidelim kendisi Sakarya’ya doğru uzanırken. Tamam diyorum da ben nereye gideceğim sorusu çengelleniyor usuma?
Kendimi eve atar atmaz daha üstümü değiştirmeden yığıyorum dergileri önüme. Orası uzak, oraya zaman ayırmak lazım, oraya otobüsü kaçırdık, orası tuzlu derken 1,5 saat araştırma sonucu Gölyazı’da karar kılıyorum.
Amacım biraz da amaçsızlık, bir ağaç gölgesi ve sessizlik arıyorum. Tam bana göre. Biletimi alır almaz, arabayı otoparka bırakıyorum, hızlı bir yemek atıştırması ve 00:30 yoldayım.
Bursa, yılların şehri. Bursa’yı ayrı seviyorum, çok anım var, çok gençliğim. Haydar ve Macide okulculuk oyunları nedeniyle hala Bursa’dalar, onların etkisi yok değil bu şehri bu kadar ziyaret etmem de.
Bursa Otogar’dan 93’e binerek Küçük Sanayi’ye ulaşıyorum ve buradan saatte bir kalkan Gölyazı minibüsüyle tekrar yoldayım.
İşte aradığım manzara, gölün kenarında teknelerinin yanında orta yaşın üstünde karı-koca karşılıyor beni. Uzun bir süre onları seyrediyorum tabi ki.
Köy aslında bir ada, bir köprü ile karaya bağlanmış, sahil şeridi kirli buna üzülüyorum, bakım şart.
Köydeki ikinci kahverengi tabela koca ağlayançınar. Yıllara meydan okuyarak eğikte olsa ayakta. Önünde ki havuzun sularını kendisi oluşturmuş, bu yüzden adı ağlayançınar. Karnımda acıkmadı değil, gölgesinde kahvaltı yapıyorum, göle karşı.
Gölde ki farklı kuşlar, havada ki taklaları, suda ki oynamaları elbette görmek istediklerim arasında ama onları fotoğraflayamamam üzücü.
Kahvaltı yaparken beni çocukluk anılarıma götüren olay paçalı horoz oluyor. Karadeniz’de ananemin paçalı horozunun tepeme çıkarak beni gagalaması geliyor aklıma, bu sebeple ne zaman korkusuzca yanıma gelse bu küçük ilginç arkadaş onu kovmadan rahat edemiyorum 🙂
Uzun bir kahvaltıdan sonra bir ağaç gölgesi arayayım derken sahilde balıkçıların hızlıca balıklarını indirip koşa koşa yukarı doğru çıktıklarını görüyorum. Orada bir şeyler olmakta, bir kalabalık oluşuyor, durur muyum?
İşte bu, balık pazarlığı var burada. Olaylar şöyle gelişiyor;
Katiplik yapan Ömer Amca ve yardımcıları bir tarafta oturmakta, bunlar balıkların fiyatlarını ve alıcı-satıcı arasında satışı organize ediyorlar. Alıcılar bir tarafta, satıcılar bir tarafta.
Sırasıyla her balıkçı tuttuğu balığı ortaya döküyor ve Katip Ömer Amca ilk fiyatı belirliyor ve bağırıyor,
-70 TL
Sonrasın da alıcılar fiyat arttırmaya başlıyor,
-71
-74
-76
-80
-85
ve Katip Ömer noktalayarak yaz kızım 85 TL Ceyhan’a gitti, Yusuf’a gitti.
Satıcı hemen balıkları tekrar toplayarak alıcının yanına gidiyor.
Bu iş çok hoşuma gidiyor, şanslıyım ki rast geldim, acayip eğlendim
Balıklar kocaman kocaman, bol bol Turna varmış, ben ayırt edemiyorum tabi ki. Karadenizli olarak bildiğim tüm balıklar hamsi benim için :)))
Buraya gelmeden kerevit denen bir balık türünün meşhur olduğunu ve en güzel mevsiminin Haziran olduğunu okumuştum. Fakat bu aralar kerevit çok olmadığından dolayı başka herhangi bir balığın tadına bakmak istemedim, pişmanım :)))
Alış-veriş bitince biraz dinlenmek göl kıyısında, gölü dinlemek, onu anlamak ve bol bol fotoğraf çekmek için dolaşmaya başlıyorum.
Göl kıyısı yaşam bu, hep ilgimi çekmiştir. Leyleklerin sokakta dolaştığı ve boyu leyleğin bacağı kadar çocukların onları kovaladığı bir yer düşünün, işte orası Gölyazı. Çocukları balıklar ve leylekler ile büyüyorlar. Gölün çocukları onlar, yazgıları isimlerine, sonra göle çoktan yazılmış bile. Kuşlarla büyüyorlar, suyla büyüyorlar. Oyunları bu.
Bütün vakitler balık saatlerine çıkıyor aslında, belki onlar için zaman sadece bu. Balığı leylek geçe…
Belki de küçükken hepimize söylenen “seni leylekler getirdi” cümlesi burası için biraz daha gerçekçi olabiliyor.
Meydan kahvesine gittiğimde en çok duyduğum konuşma yine balık oluyor, insanların yazgısı diyorum ya. Hatta doğumları ve ölümleri bir göl kenarı oluyor, bir kuş sesiyle.
Bir cenaze rastlıyorum, biraz saygından birazsa ürkeklik uzaktan fotoğraflıyorum olayı ama resim şu;
Tabut yol ile göl kenarında bekleyen teknelerin yanında ve ağaçların içinde… Aslında bu her şeyi özetlemiyor mu?
Taziyeler tam burada karşılanıyor, ağıtlar ve yakarmalar tam burada.
En çokta hoşuma giden göl kenarı sazlıklar,
Bir yer düşünün ki leylekler sokaklarında geziyorlar, adım adım peşinizdeler, bazen önünüzde kaçışıyorlar.
Artık yorulduğumu hissettiğimde köy meydanına yakın bir noktada ki bankta dinleneyim derken, bankta uyuya kalmışım bile. Otururken nasıl uyur bir hal aldığımı bende merak etmekteyim.
Köy meydanlarını hep sevmişimdir, dinlenmeye ve tembelliğe çay içerek burada devam etmek istiyorum. Biraz okuyup, insanları, leylekleri, gölü seyredeceğim. Bir sigara tüttüreceğim göle karşı, biraz yazmak ne güzel oluyor böyle bir ortamda.
Oralara gitmişken Manastırı ve kişisel çabalarla oluşturmuş büyük sayılmayacak kuş parkını görmeden dönmeyin derim, okuduklarım en azından öyle diyorlar. Benim psikolojim tembellikten yana olunca bu sefer onları es geçiyorum.
Gün batımını da izleyip veda edeceğim Gölyazı’ya. Leyleklere el sallayacağım, balıkçıların balığı bol olsun diyeceğim. Bir türkü tutturacağım kendi kendime.
Yakalabildiğim otobüs 23:59, bunu fırsat bilerek Bursa’ya gelip Emek Meyhanesin’de bir tek atmadan dönülmez elbette, zaman var otobüse. Ayrılıyorum bizimkilerden ve soluğu Cengiz Usta’nın meyhanesinde alıyorum.
Anılar güzel, yazmak güzel, tatlı bir yorgunluk… Yeterli alkolü de aldıktan sonra yol ve yolculuk bir başka kokuyor, bir anason kokuyor, güzel oluyor yani.
Otobüs hareket ederken tekrarlıyorum, “her adımımda sonsuz benler koyuyorum boşluğa ve yine ben dolmuyorum.”
Elveda Bursa, yakın zamanda görüşmek üzere, gel benim Ankara umutlarım…
Yorum Yok